RİSALE-İ NUR'DA HZ. MEHDİ (R.A) - 7

MUKADDEME-6

Öyleyse Bediüzzaman kimdir, vazifesi nedir?

"1335 (1919) senesi Eylül’ünde, dehrin hadisatının verdiği yeisle, şiddetle muztarip idim. Şu kesif zulmet içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilâtı terk ile, yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:

Bir Cuma gecesinde nevm ile âlem-i misâle girdim. Biri geldi, dedi: 'Mukadderat-ı İslâm için teşekkül eden bir meclis-i muhteşem seni istiyor.'

Gittim, gördüm ki, münevver, emsalini dünyada görmediğim, selef-i salihînden ve a’sârın meb’uslarından her asrın meb’usları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum. Onlardan bir zât dedi ki: 'Ey felâket, helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et!'

Ayakta durup dedim: 'Sorun, cevap vereyim.'

Biri dedi: 'Bu mağlûbiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?'

Dedim: 'Musibet şerr-i mahz olmadığı için, bazan saadette felâket olduğu gibi, felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri i’lâ-yı kelimetullah ve bekâ-yı istiklâliyet-i İslâm için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhte ile kendini yekvücut olan âlem-i İslâma fedaya vazifedar ve hilâfete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslâmiyenin felâketi, âlem-i İslâmın saadet-i müstakbelesiyle telâfi edilecektir. Zira, şu musibet, maye-i hayatımız ve âb-ı hayatımız olan uhuvvet-i İslâmiyenin inkişaf ve ihtizazını hârikulâde ta'cil etti. Biz incinirken âlem-i İslâm ağlıyor. Avrupa ziyade incitse, bağıracaktır. Şayet ölsek, yirmi öleceğiz, üç yüz dirileceğiz. Harikalar asrındayız. İki-üç sene mevtten sonra meydanda dirilenler var. Biz bu mağlûbiyetle bir saadet-i âcile-i (عَاجِلَه) muvakkate kaybettik. Fakat bir saadeti âcile-i ( جِلَهاٰ ) müstemirre bizi bekliyor. Pek cüz’î ve mütehavvil ve mahdut olan hâli, geniş istikballe mübadele eden kazanır.'

Birden meclis tarafından denildi: 'İzah et.'

Dedim: 'Devletler, milletler muharebesi, tabakat-ı beşer muharebesine terk-i mevki ediyor. Zira beşer esir olmak istemediği gibi, ecîr olmak da istemez. Galip olsaydık, hasmımız ve düşmanımız elindeki cereyan-ı müstebidaneye, belki daha şedîdâne kapılacak idik. Hâlbuki o cereyan hem zâlimâne, hem tabiat-ı âlem-i İslâma münâfi, hem ehl-i imanın ekseriyet-i mutlakasının menfaatine mübayin, hem ömrü kısa, parçalanmaya namzettir. Eğer ona yapışsaydık, âlem-i İslâmı fıtratına, tabiatına muhalif bir yola sürükleyecektik. Şu medeniyet-i habise ki, biz ondan yalnız zarar gördük. Ve nazar-ı şeriatta merdud ve seyyiatı hasenatına galebe ettiğinden, maslahat-ı beşer fetvâsıyla mensuh ve intibah-ı beşerle mahkûm-u inkıraz, sefih, mütemerrid, gaddar, mânen vahşi bir medeniyetin himayesini Asya'da deruhte edecektik.'

Mukadderat-ı İslam için teşekkül etmiş bir meclis ki, içinde selef-i salihinin büyükleri ve her asrın meb'usları bulunuyor. Şüphe yok ki, 'ey felaket, helaket asrının adamı' denilmesinden maksat odur ki: Felaket, helaket asrının sahibi ve mürşidi sensin, seni dinliyoruz, re'yini beyan et!

Yani bir tayin ve bir mansıb bahse konudur. Risale-i Nurların telifi için vazife aldığı 1926 senesine kadar, Hz.Bediüzzaman'ın (ra) hizmetinde, kutb-u irşad vazifeliliği gözükmektedir. Peki kutb-u irşad nedir, kimdir?

"Kutb-u irşad, ferdî (ferdiyet makamının) kemalâtı dahi cami olduğu için, pek değerli bir varlıktır. Nice uzun asırlardan ve uzun zamanlar geçtikten sonra bir cevher misali zuhur eder. Zulmanî âlemi, zuhur nuru ile aydınlatır. Onun hidayet ve irşad nuru, bütün âleme şamildir.

Arşın çevresinden, yerin zeminine kadar; kendisine irşad, hidayet, iman ve marifet gelen hemen herkes ancak onun yolu ile elde edeceğini elde eder ve ondan istifadesini yapar. Onun tavassutu olmadan, böyle bir devlet hiç kimseye müyesser olmaz. Onun nuru, bütün âlemi, bahr-i muhit gibi sarmıştır. Ve bu deniz, donup kalmış gibidir; asla hareket etmez. Amma, ona karşı ihlâs sahibi olan bir talip ona teveccüh ederse, yahut kendisi talibe teveccüh ederse, bu teveccüh anında talibin kalbine bir pencere açılır. Bundan sonra o talip teveccühü ve ihlâsı kadar, anlatılan yolla oradan kana kana içer.

Bir kimse, Allah'ın zikrine müteveccih olur; tamamen ona yönelir de bu kutba hiç teveccüh etmezse, ama bunu inkâr ettiğinden değil; onu tanımadığından yapar, üstte anlatılan fayda, bu kimseye dahi gelir. Amma, birinci anlatılanın istifadesi, bu ikinci derecede anlatılanın istifadesinden daha ziyadedir. Ancak, bir kimse onu inkâr eder veya ona eza ederse, böyle bir kimse, Yüce Mukaddes Allah'ın zikri ile meşgul olsa dahi; irşadın ve hidayetin hakikatından mahrumdur. Bu inkârı ve eziyeti, feyiz yolunu kapamakta bir set olur. Onun için hidayetin hakikati artık yoktur. İsterse, o şanı büyük kutup onun faydalanmaması için teveccüh etmemiş; onun faydalanmasına engel olmamış ve zararını kasd etmemiş olsun. Elbette, onda irşadın sureti vardır; hepsi o kadar. Bu suret dahi manadan yana boştur. Faydası ve yararı azdır. Amma o kimselerde ki, bu kutba karşı mahabbet ve ihlâs vardır; anlatılan teveccühte, Allah'ın zikrinden hali olsalar dahi, yalnız bu sevgileri dolayısı ile hidayet ve irşad nuru kendilerine ulaşır."

İşte "demek o fidanlık Mesnevî, turuk-u hafiye gibi enfüsî ve dahilî cihetinde çalışmış, kalb ve ruh içinde yol açmaya muvaffak olmuş" ifadelerinin geçtiği Mesnevi-i Nuriye bu devrede telif edilmiş bir eserdir. Fakat bahçesi olan Risale-i Nur, hem enfüsî, hem ekseri cihetinde turuk-u cehriye gibi âfâkî ve haricî daireye bakıp marifetullaha geniş ve her yerde yol açmış. Yalnız burada dikkat lazımdır ki, 'afaki ve harici daire' ifadelerini fizik, kimya, biyoloji, kozmoğrafya olarak telakki etmemeli. Belki manası, velayet yolunda zılliyet makamları olan kalb ve ruh içinde gidilen yoldan sonra o gölgelerin asıllarına ve daha ilerisine intikal etmektir. Tafsilatını merak edenleri Mektubat-ı Rabbani'ye havale ederiz.

"Eğer kâmil manada Resulûllah (asm) Efendimize tabi olan biri tebaiyet yolu ile nübüvvet makamı kemalâtlarını tamam ederse, mansıp sahiplerinden de biri ise, imamet mansıbı ile müşerref olur."

Mesnevi-i Nuriye'nin bahçesi olan Risale-i Nur, işte bu imametten sonra telif edilen eserlerdir.

"Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsi ve o şahs-ı mânevîyi temsil eden has şakirtlerinin şahs-ı mânevîsi “Ferid” makamına mazhar oldukları için, değil hususî bir memleketin kutbu, belki ekseriyet-i mutlakayla Hicaz’da bulunan kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu ve onun hükmü altına girmeye mecbur değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben, eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı mânevîsini, o imamlardan birisini zannediyordum. Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzam’da, kutbiyet ve gavsiyetle beraber, “Ferdiyet” dahi bulunduğundan, âhirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o Ferdiyet makamının mazharıdır."

Evet Hz.Üstad (ra), imamet vazifesiyle tavzif edilmiş bir imamdır. İnşaallah ileride bahsedeceğimiz bir hikmete binaen, ferdiyet makamının dahi mazharıdır.

Hacı Hulusi Efendi'nin (ks) hatırat ve sohbetlerinde de, Hz.Üstad'ın kendisine 'Kardaşım! Ben imamım. İmam Rabbani, İmam Gazali nasıl imamsa, ben de öyle bir imamım' dediği, bir internet sitesinde, ses kaydıyla birlikte neşredilmiş.

İşte Risale-i Nur, veraset-i nübüvvet sırrıyla asrın imamının telif ettiği Mehdiyyet Hareketinin programıdır.

Risale-i Nur ve Hz.Üstad'dan bahsettiğimiz Mukaddeme kısmını 15.Şua'dan bir takriz ile bitirelim:

"Her asır başında hadîsçe geleceği tebşir edilen dinin yüksek hâdimleri, emr-i dinde mübtedi’ değil, müttebidirler. Yani, kendilerinden ve yeniden bir şey ihdas etmezler, yeni ahkâm getirmezler. Esasat ve ahkâm-ı diniyeye ve sünen-i Muhammediyeye (a.s.m.) harfiyen ittibâ yoluyla dini takvim ve tahkim ve dinin hakikat ve asliyetini izhar ve ona karıştırılmak istenilen ebâtılı ref’ ve iptal ve dine vâki tecavüzleri red ve imha ve evâmir-i Rabbâniyeyi ikame ve ahkâm-ı İlâhiyenin şerafet ve ulviyetini izhar ve ilân ederler. Ancak tavr-ı esâsiyi bozmadan ve ruh-u aslîyi rencide etmeden, yeni izah tarzlarıyla, zamanın fehmine uygun yeni ikna usulleriyle ve yeni tevcihat ve tafsilât ile îfa-i vazife ederler.

Bu memurîn-i Rabbâniye, fiiliyatlarıyla ve amelleriyle de memuriyetlerinin musaddıkı olurlar. Salâbet-i imaniyelerinin ve ihlâslarının âyinedarlığını bizzat îfa ederler. Mertebe-i imanlarını fiilen izhar ederler.

Ve ahlâk-ı Muhammediyenin (a.s.m.) tam âmili ve mişvar-ı Ahmediyenin (a.s.m.) ve hilye-i Nebeviyenin (a.s.m.) hakikî lâbisi olduklarını gösterirler. Hülâsa, amel ve ahlâk bakımından ve sünnet-i Nebeviyeye (a.s.m.) ittibâ ve temessük cihetinden ümmet-i Muhammed’e (a.s.m.) tam bir hüsn-ü misal olurlar ve nümune-i iktida teşkil ederler.

Bunların, Kitabullah'ın tefsiri ve ahkâm-ı diniyenin izahı ve zamanın fehmine ve mertebe-i ilmine göre tarz-ı tevcihi sadedinde yazdıkları eserler kendi tilka-yı nefislerinin ve karîha-i ulviyelerinin mahsulü değildir, kendi zekâ ve irfanlarının neticesi değildir. Bunlar, doğrudan doğruya menba-ı vahy olan Zât-ı Pâk-i Risalet'in (a.s.m.) mânevî ilham ve telkinatıdır.

Celcelûtiye ve Mesnevî-i Şerîf ve Fütuhu’l-Gayb ve emsali âsâr hep bu nevidendir. Bu âsâr-ı kudsiyeye o zevât-ı âlîşan ancak tercüman hükmündedirler. Bu zevât-ı mukaddesenin, o âsâr-ı bergüzîdenin tanziminde ve tarz-ı beyanında bir hisseleri vardır; yani bu zevât-ı kudsiye, o mânânın mazharı, mir’âtı ve ma’kesi hükmündedirler.

Risale-i Nur ve tercümanına gelince: Bu eser-i âlîşanda şimdiye kadar emsaline rastlanmamış bir feyz-i ulvî ve bir kemâl-i nâmütenahî mevcut olduğundan ve hiçbir eserin nail olmadığı bir şekilde meş’ale-i İlâhiye ve şems-i hidayet ve neyyir-i saadet olan Hazret-i Kur’ân’ın füyuzatına vâris olduğu meşhud olduğundan, onun esası nur-u mahz-ı Kur’ân olduğu ve evliyaullahın âsârından ziyade feyz-i envâr-ı Muhammedîyi (a.s.m.) hâmil bulunduğu ve Zât-ı Pâk-i Risalet'in ondaki hisse ve alâkası ve tasarruf-u kudsîsi evliyaullahın âsârından ziyade olduğu ve onun mazharı ve tercümanı olan mânevî zâtın mazhariyeti ve kemâlâtı ise o nisbette âlî ve emsâlsiz olduğu güneş gibi âşikâr bir hakikattir.

Evet, o zât daha hal-i sabavette iken ve hiç tahsil yapmadan, zevâhiri kurtarmak üzere üç aylık bir tahsil müddeti içinde ulûm-u evvelîn ve âhirîne ve ledünniyat ve hakaik-ı eşyaya ve esrar-ı kâinata ve hikmet-i İlâhiyeye vâris kılınmıştır ki, şimdiye kadar böyle mazhariyet-i ulyâya kimse nail olmamıştır. Bu harika-i ilmiyenin eşi asla mesbuk değildir. Hiç şüphe edilemez ki, tercüman-ı Nur, bu haliyle baştan başa iffet-i mücesseme ve şecaat-i harika ve istiğna-yı mutlak teşkil eden harikulâde metanet-i ahlâkiyesi ile bizzat bir mu’cize-i fıtrattır ve tecessüm etmiş bir inayettir ve bir mevhibe-i mutlakadır.

O zât-ı zîhavârık, daha hadd-i bülûğa ermeden bir allâme-i bîadîl halinde bütün cihan-ı ilme meydan okumuş, münazara ettiği erbab-ı ulûmu ilzam ve iskat etmiş, her nerede olursa olsun vâki olan bütün suallere mutlak bir isabetle ve asla tereddüt etmeden cevap vermiş, on dört yaşından itibaren üstadlık pâyesini taşımış ve mütemadiyen etrafına feyz-i ilim ve nur-u hikmet saçmış, izahlarındaki incelik ve derinlik ve beyanlarındaki ulviyet ve metanet ve tevcihlerindeki derin feraset ve basiret ve nur-u hikmet, erbab-ı irfanı şaşırtmış ve hakkıyla 'Bediüzzaman' ünvan-ı celîlini bahşettirmiştir. Mezâya-yı âliye ve fezâil-i ilmiyesiyle de din-i Muhammedînin (a.s.m.) neşrinde ve isbatında bir kemâl-i tam halinde rû-nümâ olmuş olan böyle bir zât elbette Seyyidü’l-Enbiya Hazretleri'nin (a.s.m.) en yüksek iltifatına mazhar ve en âlî himaye ve himmetine nâildir. Ve şüphesiz o Nebiyy-i Akdes'in (a.s.m.) emir ve fermanıyla yürüyen ve tasarrufuyla hareket eden ve onun envar ve hakaikına vâris ve mâkes olan bir zât-ı kerîmü’s-sıfattır.

Envâr-ı Muhammediyeyi (a.s.m.) ve maarif-i Ahmediyeyi (a.s.m.) ve füyuzât-ı şem’-i İlâhîyi en müşa’şa bir şekilde parlatması ve Kur’ânî ve hadîsî olan işarât-ı riyaziyenin kendisinde müntehî olması ve hitabât-ı Nebeviyeyi (a.s.m.) ifade eden âyât-ı celîlenin riyazî beyanlarının kendi üzerinde toplanması delâletleriyle o zât hizmet-i imaniye noktasında risaletin bir mir’ât-ı mücellâsı ve şecere-i risaletin bir son meyve-i münevveri ve lisan-ı risaletin ırsiyet noktasında son dehan-ı hakikatı ve şem-i İlâhînin hizmet-i imaniye cihetinde bir son hâmil-i zîsaâdeti olduğuna şüphe yoktur."

Netice-i kelam:

Maddeler halinde hulasa eder isek:

  1.    Risâletü’n-Nûr, bu asrı, belki gelen istikbâli tenvîr edebilir bir mu’cîze-i Kur’ân’iye olduğu çok tecrübeler ve vâkıalarla sabittir.
  2.    Risale-i Nur'u istikametli bir surette anlayıp tatbik edebilmenin yolu, "ben de Risale-i Nur'un bir talebesiyim" diyen müellifinin şahsı ve hayatı ile birlikte okumaktan geçer.
  3.    Ondördüncü hicri asrın ve sonraki nesillerin irşadı; ve Mehdiyyet Hareketi'nin programı, Risale-i Nur olarak Türkçe telif edilmiştir. Türkçe bilip de Risale-i Nur okumayan ne kadar nasipsizdir.

ME’HAZLAR

22-Sünuhat – Rüyada Bir Hitabe

23-Mektubat-ı Rabbani 260.Mektup

24-Kastamonu Lahikası

25-15.Şua

MUKADDEME BİTTİ

EDİTÖRÜN NOTU: TEFRİKA HULASASI

Mukaddeme Risale-i Nur'un kıymet ve ehemmiyetini ihtiva ediyor.

Birinci Mesele'de, Risale-i Nur’un ahirzaman hadisatı ve Hz.Mehdi mevzularındaki salahiyeti ve tabiin devrinden itibaren süregelen ihtilaf ve zıt hükümlerin sebeblerini

İkinci Mesele'de, Hz.Mehdi’nin her ne kadar bir cemaat ve cemiyeti olsa da bir şahs-ı manevi değil, o şahs-ı manevinin mümessili olan bir ferd-i insan olacağını ve inşaallah yakın bir zamanda kendisine vazifesinin tevdi edileceğini ve bununla birlikte Mehdiyyet Hareketi'nin, mümessil ve vazifedarlarının Cenab-ı Hakim'in lutfettiği kadarıyla tafsilini

Üçüncü Mesele'de, Nur Camiası'ndan ve onların telakki tarzlarından bir nebze bahsedeceğiz. Zeyl'de, Risale-i Nur'daki Hz.Mehdi (ra) hakkında ve onun ile münasebettar gördüğümüz ders ve bahisleri cem’edeceğiz inşaallah .

YORUM EKLE